neredeyse her iki üç kelime yazı yazmayı seven, şehirde yaşayan ve modaya tutkuyla yaklaşan kadıın gibi benim de kendimi muhterem şahsiyet Carrie Bradshaw ile bağlaştırdığım olmuştur....bağdaştırmak değil de bağdaştırmak istemek diyelim. aslında hiç de benzemediğimizi bile bile...
herkes çoğunlukla maddi endişeleri olmayan, güzel kıyafetler giyen, yakışıklı erkeklerle flört eden, kimseye hesap vermek zorunda olmayan, tonla para kazanan, arkadaşlarıyla harika zaman geçiren, tasasız bir insan olmak ister.
karakterin her yönünü savunduğumu söylemiyorum...ama birçok kişi kendinde bu kadının kendi değerlerine göre yontulmuş versiyonunu görmek istemiştir diziyi izlediğinde... o pırıltılı yaşamın cazibesine kapılmamak mümkün değil çünkü...
ama tatlı yalanları bırakıp, acı gerçeklerle yüzleştiğimiz zaman, nasıl bir yanılgı içinde olduğumuzu anlamamız hiç de uzun sürmüyor. insan kendine soruyor;
haftada bir kere gazetede köşe yazısı yazan bir kadın nasıl dünyanın parasını kazanır? nasıl bütün parasını hiç gelecek kaygısı duymadan akşam yemeklerine ve ayakkabılara yatırabilir? erkekler hakikaten giydikleri bir şey, size getirdikleri çiçek türü yüzünden terkedilebilecek kadar değersiz varlıklar mıdır?
tamam dizileri izlettiren şeyler biraz da bu aşırılılıkları, şaşaları, dikkat çekmek için ortaya konulan abartılar...
ama asıl saçmalık bu hayatı gerçek sanıp, gerçeğe uyarlamaya çalışanlarda...kendilerine küçük bir sex and the city seti yaratıp, orada yaşadığını düşünen insanlarda...
kimileri tarafından post-feminizm olarak tanımlanan bu hayat tarzı kadınları kaç adım ileri götürdü? hatta bırakalım kadınları şehirli, en az ortalama bir geliri olan Türk kadınları diyelim....
Bu akımın yayılmasıyla, ne kadar özgürleşildi acaba? biraz kendi paramızı kazanmaya başladık, ve bu paranın büyük bir kısmını belki hiç giymeyeceğimiz kıyafetlere harcadık diye daha mı mutluyuz? erkekler bize daha saygıyla mı yaklaşıyor yoksa kaşık düşmanı olmaktan kendi parasını kazanan kaşık düşmanına mı dönüştük?
kimin gözünde ne olduğumuz da önemli değil aslında... kendi gözümüzde ne kadar ileri gittik? daha özgür ve mutlu muyuz yoksa daha materyalist ve daha umutsuz mu? mayıs vogue da seda domaniç de bu konuya eğilmiş, cesaret gösterip acaba biraz ileri mi gittik sorunu sorabilmiş...sex and the city ve vogue kelimeleri içiçe geçmişken, o derginin editörü olarak durumu sorgulayabilmiş...
bütün bunları düşündükçe nasıl bir aldatmacada teselli bulmaya çalıştığımızı görüyorum
ne de olsa sex and the city 2 nin bile belirli olmayan bir zamanda vizyona gireceği bir ülkede yaşamıyor muyuz???
yani hayal kurmak bile hayal aslında....