4 Haziran 2010 Cuma

neredeyse her iki üç kelime yazı yazmayı seven, şehirde yaşayan ve modaya tutkuyla yaklaşan kadıın gibi benim de kendimi muhterem şahsiyet Carrie Bradshaw ile bağlaştırdığım olmuştur....bağdaştırmak değil de bağdaştırmak istemek diyelim. aslında hiç de benzemediğimizi bile bile...


herkes çoğunlukla maddi endişeleri olmayan, güzel kıyafetler giyen, yakışıklı erkeklerle flört eden, kimseye hesap vermek zorunda olmayan, tonla para kazanan, arkadaşlarıyla harika zaman geçiren, tasasız bir insan olmak ister.


karakterin her yönünü savunduğumu söylemiyorum...ama birçok kişi kendinde bu kadının kendi değerlerine göre yontulmuş versiyonunu görmek istemiştir diziyi izlediğinde... o pırıltılı yaşamın cazibesine kapılmamak mümkün değil çünkü...


ama tatlı yalanları bırakıp, acı gerçeklerle yüzleştiğimiz zaman, nasıl bir yanılgı içinde olduğumuzu anlamamız hiç de uzun sürmüyor. insan kendine soruyor;


haftada bir kere gazetede köşe yazısı yazan bir kadın nasıl dünyanın parasını kazanır? nasıl bütün parasını hiç gelecek kaygısı duymadan akşam yemeklerine ve ayakkabılara yatırabilir? erkekler hakikaten giydikleri bir şey, size getirdikleri çiçek türü yüzünden terkedilebilecek kadar değersiz varlıklar mıdır?


tamam dizileri izlettiren şeyler biraz da bu aşırılılıkları, şaşaları, dikkat çekmek için ortaya konulan abartılar...


ama asıl saçmalık bu hayatı gerçek sanıp, gerçeğe uyarlamaya çalışanlarda...kendilerine küçük bir sex and the city seti yaratıp, orada yaşadığını düşünen insanlarda...


kimileri tarafından post-feminizm olarak tanımlanan bu hayat tarzı kadınları kaç adım ileri götürdü? hatta bırakalım kadınları şehirli, en az ortalama bir geliri olan Türk kadınları diyelim....


Bu akımın yayılmasıyla, ne kadar özgürleşildi acaba? biraz kendi paramızı kazanmaya başladık, ve bu paranın büyük bir kısmını belki hiç giymeyeceğimiz kıyafetlere harcadık diye daha mı mutluyuz? erkekler bize daha saygıyla mı yaklaşıyor yoksa kaşık düşmanı olmaktan kendi parasını kazanan kaşık düşmanına mı dönüştük?


kimin gözünde ne olduğumuz da önemli değil aslında... kendi gözümüzde ne kadar ileri gittik? daha özgür ve mutlu muyuz yoksa daha materyalist ve daha umutsuz mu? mayıs vogue da seda domaniç de bu konuya eğilmiş, cesaret gösterip acaba biraz ileri mi gittik sorunu sorabilmiş...sex and the city ve vogue kelimeleri içiçe geçmişken, o derginin editörü olarak durumu sorgulayabilmiş...


bütün bunları düşündükçe nasıl bir aldatmacada teselli bulmaya çalıştığımızı görüyorum


ne de olsa sex and the city 2 nin bile belirli olmayan bir zamanda vizyona gireceği bir ülkede yaşamıyor muyuz???


yani hayal kurmak bile hayal aslında....


2 Haziran 2010 Çarşamba

blog dünyası emelo nun da dediği gibi harap durumda... ben de o harabelerden biriyim :) ama haklı nedenlerim var sevgili blog... erasmus bitii, barcelonaya gittim, istanbula döndüm antalyaya geçtim sonra ankara sonra afyon ve ensonunda izmir derken hiç nete girmemedipim zamanlar oldu... herneyse şimdilik 1 ay kadar dahaa izmirdeyim gibi gözüküyor....

yeniden evimde olmak güzel, eramus beni tamamen yepyeni bir insan yapmış da olsa burda olmak eski günlerimi hatırlamak hoşuma gitti....fakat izmirde ense yapmak pek kızmet olmadı. apar topar hızlandırılmış kpss kursu buldum ona yazıldımm. artık haftanın hergünü konaktayım... kah dershanede, kah konak pierde ya da kemeraltında ilginç araştırmalar yaparken... buyrun sizleri de beklerim :)

eramus hakkında da neredeyse hiç yazmadım.... avrupa gezileri desen onlar da blogumda değil zihnimin tozlu sayfalarında.... ama hepsini yazıcam, arka arkaya değil belki ama yazıcam keyfim oldukça ,zene bezene... biraz da unutmamak adına...

şimdilik bu kadar sevgili blog

detaylar sonraaa